Allah insanoğluna gücü kadar mesuliyet veriyor. Mesuliyet hissi kadar da ona güç yüklemesi yapıyor. Bunlar beraber yürüyor. Allah bazı toplumları da ilahi rahmeti ve yükü taşıyacak kabiliyet için özel olarak donatıyor.
Ecdadımızın bu manevi ve evrensel mesuliyet hislerini ve görev ifasını ne biz ulatabiliriz, ne de bu nimetlerden müstefit olmuş toplumlar unutur. Gittiğimiz her yerde Türk olmanın sadece bir ırkı anlatmadığını görmek zor değildir. “Halifenin memleketinden gelmiş” olmanın farkıyla imamete davet edilenleri hem biliyoruz, hem de görüyoruz. Dünya bir avuç içine sığacak kadar küçülünce duymama şansını da bırakmıyor.
Geçen haftalarda Türkiye’den bir misafirimiz vardı. Köylere imam olarak yetiştirmek için özel bir eğitime alınmış bir grup öğrencimiz var. Misafirimiz bu öğrencilerle tanışacak... Bu tanışmada uzun yıllar mihrap ve minberde görev yapmış misafir ağabeyimiz gençlerle kısa bir tanışma sohbeti yaptı.
Önce öğrenciler merak ettiği sorularını sordular. Sonra da soru sorma sırası misafirimize geçti. “Size özel bir soru soracağım. İçinizde keşke benim de ten rengim beyaz olsaydı... Ben de beyaz olmak istiyordum.” Diyen var mı? Tercümanımız soruyu onlara ulaştırdı. Buna evet cevabı çıkmayacağını tahmin etmiştim. Bunu ciddi olarak isteyenlerle karşılaştım. Özellikle çocuklardan… Ama bunlar yaşları ve aldıkları eğitim gereği bunu istemezler diye düşünmüştüm. Ama bir parmağın kalktığını gördük. Merakla sebebini sorduk.
Ben ten rengimin beyaz olmasını değil ama sizin gibi Türk olmayı isterdim. Siz binlerce kilometre öteden bizim için buraya geldiniz. Keşke imkânım olsaydı ve ben de sizler gibi başka yerlere giden ve oralara bu hizmetleri taşıyanların arasında olsaydım…
İşte burası sözün bittiği yerdi. Sizin ne olduğunuz veya kendinizi nasıl konumlandırdığınızdan daha çok siniz nasıl görüldüğünüz ve hangi makama layık görüldüğünüz önemlidir. Ülkenizin içinde bulunduğu harbi bilir ve dua ederler… Lakin siz büyük bir şemsiyenin sahibisiniz… Bu nedenle de kimseyi bunu dışında bırakamazsınız… Dini, dili, rengi veya başka şeyleri çok farklı olsa da…
Üç milyonun üzerindeki Suriyeli halk ülkemizde yıllarca misafir edilir. Bunu yapmama hakkınız da yoktur. İçlerinden birisi istediği ve beklendiği(!) yere giderken içindeki kazuratı çıkarmış olabilir… Ona kızıp da hepsini aynı kefeye koymak ve tümünü bir kalemde silmek bizim işimiz değildir. Onun sözü hiçbir masumu bağlamaz…
Biz bugüne kadar hiç bir memlekete ve topluma bizim yaptığımız iyilikleri takdir etsinler ve bize bir minnet duygusu sergilesinler diye gitmedik. Bir insan olarak zaman zaman içimizde buruklukları hissedebiliriz. İnsanız nihayetinde… Bizim bulunmamız gereken makamı İnsan suresini 9. Ayeti ne güzel açıklar. “(Yedirdikleri kimselere şöyle derler:) "Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz."
Düşünün ki birisine yıllarca iyilik yaptınız… Sürekli olarak onu kollayıp gözettiniz. Her şeyle ona destek oldunuz… Ama en zayıf günde size karşı cephe aldı ve aileniz için atılan iftira ateşine odun taşıdı. Siz de kızıp “Zehir zıkkım olsun sana yaptıklarım. Bir daha mı? Asla…” dediniz. Sonra ne olacak? Bu tavrınız, Nur suresi 22. Ayetiyle düzeltilecektir. “İçinizden varlık ve servet sahibi kimseler yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere (kendi mallarından bir şey) vermeyeceklerine yemin etmesinler. Onlar affetsinler, vazgeçip iyi muamelede bulunsunlar. Allah'ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz? Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” Siz, gene çok kızdığınızı bu adama/ adamlara sadece Allah rızası için vermeye devam edeceksiniz. Hz. Ebu Bekir’de (RA) olduğu gibi…
Suriye’de niçin savaş verdiğimizi kimseye izah etmek zorunda da değiliz. Soranlar veya bu konuda dedikodu çıkaranlar da bunu çok iyi biliyor. Afrika’da niçin olmamız gerektiğini de bizim kadim kodlarımız veriyor.
Kim ne derse desin durum bu… Türk olmak, sadece bir ırkı temsil etmiyor. Bunu her geçen gün daha iyi anlıyoruz…
Elele verip yarınlarda daha güçlü olmalıyız…
Türk beklenendir… Ve sadece bir ırkı temsil etmez.