İSTANBUL (AA) - "İklim krizi" olarak da adlandırılan iklim değişikliği, uzun süredir dünya siyasetinin odağı haline gelmiş durumda.
Karbon salımını düşürmeyi ve küresel ısınmada 1,5 derece sınırının korunmasını hedefleyen iklim değişikliğiyle mücadele, farklı uluslararası iklim sözleşmeleriyle küresel düzeyde yürütülmeye çalışılıyor. 1992'deki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS), 1997'de yine bu çerçeve sözleşme kapsamında somut hedeflerle tasarlanan Kyoto Sözleşmesi ve 2015'teki Paris Anlaşması bu kapsamda imzalandı. Paris Anlaşması maddelerinin 2020'de geçerli olmasıyla iklim değişikliğiyle mücadele dünya siyasetinin merkezine oturdu. Bu kapsamda 31 Ekim-12 Kasım'da Glasgow'da düzenlenen C0P26 Taraflar Konferansı, önceki iklim zirvelerinden daha güçlü biçimde gündem oldu.
İklim meselesi, iklim politikalarının "big reset (büyük sıfırlama)" ile "hükümetlere yön verme" gibi hedefler için yeni bir siyasi araç olarak kullanılacağı ve iklime dair endişelerin gerçeği yansıtmadığı iddiaları ile küresel ısınmanın dünyanın sonunu getireceği yönündeki senaryolar arasında sıkışıp kalmışa benziyor. Diğer yandan insanlar mevsim normallerinin üzerinde seyreden hava sıcaklıkları, deniz salyası (müsilaj) oluşumu gibi sorunlar, yangınlar ve sellerle birlikte iklim değişikliğinin gündelik hayata yansıyan etkilerini hissetmeye başladı.
İklim değişikliğinin nedenlerinin tespiti kadar bu sorunla mücadele yöntemleri ve bu sürecin nasıl yönetileceği de önem arz ediyor. Diğer yandan "vahşi kalkınma" modelleriyle küresel ısınmanın asıl müsebbibi sayılan sanayi ülkeleri, iklim kriziyle mücadeleyi gelişmekte olan ülkelere fatura ettikleri iddiasıyla eleştiriliyor. Gelişmekte olan ülkeler de bu krizi bir fırsata dönüştürmeye çalışıyor. Zira pek çok uluslararası kuruluşun stratejik hedefleri arasında ilk sıraya konulan iklim değişikliğiyle mücadele, artık hiçbir ülkenin kendisini soyutlayamayacağı bir gündem maddesi haline gelmiş durumda.
AA Analiz Masası iklim krizine dair merak edilenleri konunun uzmanlarına sordu:
***
- TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç:
Günümüzde iklim değişikliğinin insanlığın bugüne kadar karşılaştığı en büyük ortak sorun olduğu bilim insanları ve dünyanın en prestijli kurumları tarafından kabul edilmiş durumdadır. Bugün gelinen noktada iklim değişikliği, iklim krizi olarak tanımlanmaktadır. İklim krizi, gezegenimiz üzerindeki canlı yaşamını bütünüyle tehdit etmesi sebebiyle çağımızın en acil sorunudur.
Soluyacak hava, içecek su, barınacak yer bulamamak kadar gerçek ve hayati riskler barındıran iklim krizi, her geçen gün derinleşiyor. İnsanların, ekosistemde kendine diğer ekosistem bileşenleri kadar pay ayırması gerekirken, hiyerarşinin üst basamağına çıkarak kontrolsüzce payını artırması ve diğer bileşenlere yaşam alanı bırakmaması, iklim krizini her geçen gün derinleştiriyor.
Yaşamsal anlamda acil ve öncelikli hale gelen iklim krizi, yalnızca ilgili kurumların değil toplumun tüm kesimlerinin ana gündemi ve temel hareket noktası olmalıdır. Türkiye, Paris İklim Anlaşması'nı onaylayarak önemli bir adım atmıştır. Bundan sonraki aşamada doğa merkezli politik kararlılığın, fosil yakıtlardan çıkışı hedefleyen ve doğal varlıkların korunmasını önceleyen somut eylem planlarının hayata geçirilmesi son derece önemlidir.
- Çevre ve İklim Derneği (REC) Yönetim Kurulu Başkanı R. Ünal Sayman:
Gelişmiş olarak tabir ettiğimiz ülkeler, iklim değişikliği açısından hatalı gelişmiş ülkelerdir. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇŞ) EK-II’de yer alan ve sanayileşmiş ülkelerin bu tartışma açısından öne çıkan üç yönü vardır: i) fosil yakıtlara bağımlılar, ii) iklim krizinden büyük oranda sorumlular ve iii) ekonomik olarak zenginler. Dolayısıyla iklim krizinin sebep olduğu sorunların yanıtı da bu ülkelerin politikalarında saklıdır.
Bu ülkeler ilk olarak fosil yakıt bağımlılığından kurtulmalıdır. Bu konuda özellikle Avrupa Birliği’nde (AB) önemli adımlar atıldığını görüyoruz. Ancak genel olarak fosil yakıt bağımlılığı bu ülkelerde yüksek düzeyde devam ediyor. Örneğin, bir Ek-II ülkesi Avustralya’da yıllık kişi başı salımlar 24,8 ton CO2e iken Bangladeş’te 1,4 ton CO2e.
İkinci olarak, tarihsel sorumlulukları sebebiyle gelişmiş ülkeler, BMİDÇS açısından Ek-I dışı “gelişmekte olan” ülkeleri mali olarak desteklemekle yükümlü.
Üçüncü olarak da zenginler, salım azaltımı yapabilecek ve diğer ülkeleri destekleyebilecek ekonomik güce sahip. Buna rağmen özellikle gelişmekte olan ülkelere mali destek konusunda isteksizler.
Endüstrileşmiş ülkelerin söz ve taahhütler yerine artık daha güçlü ve hızla eyleme geçmeleri gerekiyor. Hızlı bir şekilde fosil yakıt kullanımlarını azaltıp, hibelerin oranını yükseltecek şekilde iklim finansmanını artırmaları gerekiyor.
- İstanbul Üniversitesi, Prof. Dr. Doğanay Tolunay:
Uluslararası düzeyde iklim değişikliğinin tartışıldığı en önemli toplantılar Taraflar Konferansı olarak bilinen ve bu yıl 26’ncısı Glasgow’da düzenlenen ve neredeyse tüm devletlerden temsilcilerin katıldığı, bunun yanında STK’ler, iş dünyası ve bilim insanlarının da yer aldığı toplantılardır. Bu açıdan bakıldığında katılanların iklim değişikliği konusundaki paydaşların önemli bir kısmı olduğu söylenebilir. Ancak Taraflar konferanslarının neredeyse tamamı iklim değişikliğinin başlıca nedeni olan ülkeler ile iklim değişikliğinden etkilenen ülkelerin çeşitli ittifaklar kurarak kendi ulusal çıkarlarını korumak için mücadele ettiği ortamlara dönüşmüştür.
Başta sera gazı emisyonlarından sorumlu olan ülkelerin emisyon azaltımında yeterince istekli olmamaları ve etkilenmiş ülkelere yardım için oluşturulan Yeşil İklim Fonu'na yeterince kaynak aktarmamaları ciddi şekilde eleştiriliyor. İronik olarak fosil yakıt kullanarak zenginleşen ülkelerin iklim değişikliğinden daha az etkilenmeleri, yoksul ülkelerin ise daha fazla iklim değişikliğine maruz kalmaları bir bakıma Taraflar konferanslarının zengin-yoksul çatışması şeklinde geçmesiyle sonuçlanıyor.
Ülkemizde iklim değişikliği konusunda çalışan çok sayıda bilim insanı olmasına rağmen iklim değişikliği bilim kurulu yok. Oluşturulabilecek bilim kurulunca, örneğin, 2053 yılı için konulan net sıfır karbon emisyonu hedefi için bir yol haritası oluşturulabilir. Diğer aktörler olan özel sektör ve STK’lerin ise iklim değişikliği konusunda bilgi, deneyim ve gücü bulunmamaktadır. İklim değişikliğiyle mücadelede özel sektör ve STK’lerin kapasitesi artırılmadıkça mücadelenin başarılı olması çok mümkün değildir.
- Marmara Üniversitesi, Doç. Dr. İmam Bakır Kanlı:
Paris İklim Anlaşması ile yeni bir dünya düzenine giden yolun yapı taşlarının döşenmesi planlanmaktadır. Bu nedenle iklim değişikliğiyle mücadele ve uyum çalışmaları sadece bir çevre sorunu olarak algılanmamalıdır. Bu, bugünün dünyasının dışında bir başka dünyanın resmedildiği, yeni bir sistem önermesidir. Başta ekonomik sistem olmak üzere sosyal, kültürel ve ekolojik sistemde büyük değişimleri öngörmekte ve belki de ülkelerin siyasal sistemlerinin dönüştürülmesi hedeflenmektedir.
Paris İklim Anlaşması’nda gerek uygulama esasları (Rule Book) gerekse ulusal olarak belirlenen katkıları (NDC) kapsamında muğlak olan ya da üzerinde anlaşılmayan hususlar bulunuyor. Bu da önerilen sistemin getireceği sonuçların çok katmanlı ve analitik bir yaklaşımla değerlendirilmediği ya da kamuoyuyla yeterince paylaşılmadığını düşündürüyor. Bu uzlaşının halen devam etmekte olan COP26 sürecinde sağlanması hedefleniyor.
Bazı uzmanlar, Türkiye’nin anlaşmayı geciktirmesinin altında yatan nedenlerden biri olarak, Paris Anlaşması’nda Türkiye’nin gelişmiş ülke kategorisinde değerlendirilmesi ve böylece çeşitli fonlardan yararlanamayacak olması ve bu bağlamda Yeşil İklim Fonu (Green Climate Fund) gibi mücadelede kullanılmak üzere ayrılan finansal kaynaklara ulaşmak ve taahhüt edilen 100 milyar dolardan pay almak istemesini gösterse de aslında konunun “fona ulaşma” ile sınırlandırılamayacak kadar derin, çok daha sistemik ve stratejik bir bağlamda ele alınması gerektiği düşünülmektedir. Siyasal karar vericilerin, anlaşmanın muğlak kısımları belirginleşene kadar beklemesi, son derece akılcı bir yaklaşım olarak değerlendiriliyor.
Diğer yandan, sebep-sonuç ilişkisi içinde birbirine sıkı sıkıya bağlı olan ve küresel ısınmaya dayalı iklim değişikliğinin doğrudan bir sonucu da “iklim mülteciliği”. Bununla mücadele edebilmenin başat unsuru kuşkusuz emisyonların kritik eşiğe kadar azaltılması. Bu bağlamda dikkat edilmesi ve üzerinde çalışılması gereken bir diğer konu ise iklim mültecilerinin hukuki hakları.
- Dış Politika Enstitüsü Akademik Danışmanı Prof. Dr. Tarık Oğuzlu:
1992'de Rio'da toplanan BM Çevre ve Kalkınma Konferansı'ndan bu yana BM üyesi ülkeler, yıllık olarak bir araya gelip gezegenimizi tehdit eden küresel ısınma ve benzeri çevre problemlerini dünyamızın faydasına olacak şekilde çözmeye çalışıyor.
Gelişmiş ülkeler karbon içeren enerji kaynaklarının kullanılmasından ötürü çevrenin kirletilmesinde asıl sorumluluğa sahip olsalar da bu yükün bütün ülkeler tarafından paylaşılması gerektiğini söylüyor. Diğer taraftan fakir ve gelişmekte olan ülkelerse kalkınmalarını sürdürmek adına kendilerine bazı imtiyazbnlar ve muafiyetler tanınması gerektiğini dile getiriyor.
Kitabi bir dille söyleyecek olursak insanlık 'ortak hareket edememe' sorunuyla karşı karşıya. Şu ana kadar toplanan çevre zirvelerinde devletler herkesin uyulması mecburi yasal yükümlülükler üzerinde anlaşabilmiş değil. Atmosfere bırakılan karbon salınımını azaltmak ve yeşil ekonomiye geçişte atılacak adımları belirlemede ülkeler özgür. 2015 Paris İklim Zirvesi'nde zengin ve gelişmiş ülkeler, fakir ve gelişmekte olan ülkelere yıllık bazda en az 100 milyar dolar yardım sözü vermiş olsalar da bu rakam 80 milyar doları henüz geçebilmiş değil.
Bulunacak en adil çözüm hiç şüphesiz sanayileşmenin başladığı günden günümüze çevreyi en fazla kirleten ve küresel ısınmaya en fazla neden olan ülkelerin bu sorunun çözümünde daha fazla yükümlülük altına girmesi olacaktır.
Kaynak:
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te KONHABER'e abone olun.