Kuzey Anadolu’nun geçitleri üzerinde yer alan Kastamonu, yalnızca bir şehir değil; yolların, kültürlerin ve iktidarların kesiştiği uzun soluklu bir sahne. 20. yüzyıl ortasında Gölköy Enstitüsü çevresinde bulunan taş aletler, insan varlığının Orta Paleolitik’e indiğini göstererek kentin hafızasını antikçağın da ötesine taşıyor. Bu erken izler, bölgenin tarih anlatısına sağlam bir zemin hazırlıyor.
Yazılı tarih düzlemine geldiğimizde, Kastamonu ve çevresinin Roma döneminde bambaşka bir rol üstlendiğini görüyoruz. Taşköprü yakınındaki Pompeiopolis, MÖ 64/63’te Pompeius tarafından kurulan kentler arasında sayılır ve Paflagonya bölgesinde bir “metropolis/başkent” işlevi görmüştür; bugün kazılar ve müzeler bu hikâyeyi destekleyen detaylı bilgi sunuyor. Bu çerçeve, Kastamonu merkezinin geç antikçağda daha mütevazı kaldığını, bölgesel idari ağırlığın Taşköprü havzasında toplandığını düşündürür.
Türklerin Anadolu’daki yerleşik düzeniyle birlikte Kastamonu, 13. yüzyılda beylikler sahnesinin önemli oyuncularından biri oldu. 1227–1309 arasında Hüsameddin Çoban’ın kurduğu Çobanoğulları Beyliği, Kastamonu merkezli bir siyasi yapı olarak öne çıktı; sınır güvenliği ve ticaret yolları üzerindeki konumuyla bölgeyi örgütledi. Bu döneme ilişkin literatür, hanedan yapısından mali bağımsızlığa uzanan geniş bir çerçeve sunar.
Ardından sahneye Candaroğulları çıktı. Kaynaklar, kurucu isim Şemseddin Yaman Candar’ın (tam adıyla Temür Şemseddin Yaman Candar) Selçuklu sultanı II. Mesud’u zor durumdan kurtarması üzerine Eflani’nin kendisine ikta edildiğini ve böylece beyliğin teşekkül ettiğini aktarır. Bu anlatı, Candaroğulları’nın Kastamonu–Sinop ekseninde yavaş yavaş güç toplayıp kalıcı bir idare kurmasına kapı aralar.
Merkezi gücünü pekiştiren Osmanlı, Karadeniz’in iç koridorlarını kontrol altına alma stratejisi kapsamında Candaroğulları topraklarını 1461’de ülkeye kattı. Bu tarihle beraber Kastamonu, imparatorluğun idari örüntüsü içinde ilmiye ve zanaatla öne çıkan bir merkez kimliği kazandı; kent dokusundaki vakıf eserleri ve sivil mimari bu sürekliliğin izlerini taşır.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Kastamonu’nun rolü askeri cepheden çok tedarik ve ulaştırma cephesinde belirginleşti. İnebolu’dan karaya çıkarılan cephane ve malzeme, Kastamonu–Çankırı üzerinden Ankara’ya uzanan “İstiklal Yolu” ile cepheye taşındı. Akademik ve resmi kaynaklar, bu hattın savaşın kaderini etkileyen bir ikmal omurgası olduğunda birleşir. Ayrıca şehir ve havalisi, Mondros sonrasında doğrudan bir işgale maruz kalmadı; buna rağmen insan gücü ve malzeme sevkiyle ağırlık taşıdı.
Bu döneme dair popüler kültürde bilinen “Çanakkale Türküsü”nün besteci veya söz yazarı konusunda farklı görüşler vardır; eser çoğu kaynakta anonim kabul edilirken, derlenmesinde Kastamonulu İhsan Ozanoğlu’nun adı öne çıkar. Yorgansız Hakkı’ya nispet eden yerel anlatılar bulunsa da, bu atıflar üzerinde akademik mutabakat yoktur.
Cumhuriyet’in kültürel dönüşümünde Kastamonu bir kez daha merkezi bir rol üstlendi. Mustafa Kemal Atatürk’ün 23–31 Ağustos 1925 tarihli Kastamonu–İnebolu seyahati, “şapka ve kıyafet inkılabı”nın sembolik başlangıç adımlarına ev sahipliği yaptı; akabinde yasa süreci Ankara’da tamamlandı. Kentteki program, halkın yeni kıyafet anlayışını benimsemesine dair canlı tanıklıklarla hatırlanır.
Kastamonu’nun uzun zaman ölçeğinde gördüğü siyasi çerçeveyi, “beylik–krallık–imparatorluk” ayrımını koruyarak şöyle özetlemek mümkün:
Kastamonu’nun tarihini anlamak için kaleyi, hanları, müzeleri ve Taşköprü’deki Pompeiopolis kazılarını birlikte okumak gerekir. Kent arşivleri ve müzeler, meraklısına hem sahada hem de dijital platformlarda zengin bir rehberlik sunuyor; modern sergileme teknikleri ve teknoloji destekli görselleştirmeler bu mirası daha görünür kılıyor. Ziyaretçiler için Kastamonu Müzesi’nde Paleolitik el baltalarından Hitit metal eserlerine uzanan seçkiler de tarih yolculuğunu tamamlıyor.
Yazı içeriğindeki bilgilerin bir bölümü Kastamonu Haber sitesinden alınmıştır.