ANALİZ - Prof. Dr. Tarık Oğuzlu iklim krizinin önüne geçilmesinde uluslararası aktörlere düşen görevleri AA Analiz'e değerlendirdi:
***
Küresel iklim değişikliği ve salgın hastalıkların insanoğlunu birleştireceği ve devletler arası jeopolitik güç mücadelelerini dizginleyeceği iddia edilse de son yıllarda yaşadıklarımız bu yöndeki beklentileri tam olarak doğrulamıyor.
Her iki sorun da uluslararası ilişkiler akademik disiplini çerçevesinde "ortak hareket problemi" şeklinde adlandırılıyor. Ortak hareket edilmesi ve iş birliği yapılması son kertede herkesin faydasına olacaksa da aktörlerin kısa vadeli çıkarlarını önceleyerek faydacı davrandıkları görülüyor. Kısa vadeli politik ve ekonomik çıkarlar, orta ve uzun vadede faydaları çok daha net görülebilecek "ortak kazanımların" önüne geçiyor.
- Nicelik yerine nitelik temelli büyüme
Çatışma dinamiklerini azaltacağı yönündeki iddiaların aksine bu iki küresel sorunun büyük güçler arası rekabet ilişkilerini daha da arttırdığı ve görünür kıldığı artık ortada. ABD ile Çin arasında yaşanan küresel gerginliğin önemli unsurlarından biri herkesin faydasına olacak konularda yeterince iş birliği yapamamaları.
Küresel ısınmanın önüne geçmek için aslında yapılması gerekenler belli. Devletlerin fosil yakıtlardan elde ettikleri enerjiyi kademeli olarak azaltmaları, ihtiyaçlarını temiz/yeşil enerji olarak adlandırılan sürdürülebilir kaynaklardan elde etmeleri ve buna paralel üretim süreçlerini sıfır karbon üretecek şekilde dönüştürmeleri gerekiyor. Bir sonraki adım olarak üretim ve tüketim alışkanlıklarının nicelik yerine nitelik temelli büyüme doğrultusunda yeniden tanımlanması önem arz ediyor.
- Küresel iş birliğinin önündeki engeller
Buna rağmen arzu edilen küresel/uluslararası iş birliği neden bir türlü gerçekleştirilemiyor sorusu bütün çıplaklığıyla önümüzde duruyor. Aslında sorunun cevabı basit: Bütün devletler üç aşağı beş yukarı benzer gelişmişlik düzeyinde olsalar ve küresel refah daha adil paylaşılsa iş birliği daha kolay olabilirdi. Ama durum hiç de öyle değil.
Bizim gelişmiş kuzey olarak adlandırdığımız bölgede bulunan çoğu devlet ileri düzeyde gelişmiş ve zenginleşmişken, fakir güney olarak adlandırmadığımız bölgede bulunan birçok devletse ya hiç gelişmemiş ya da az gelişmiş durumda. Dolayısıyla yeşil dönüşüm adına alınacak birçok radikal kararı bütün devletlerin aynı şekilde uygulamasını beklemek kuzey ve güney arasındaki zenginlik farkının devam etmesini istemek anlamına gelecek. Sanayileşmenin başlangıcından günümüze devletlerin atmosfere saldıkları karbon oranlarına bakıldığında zengin kuzeyde yer alan devletlerin açık ara önde oldukları görülüyor. ABD ile Avrupa Birliği'ni (AB) oluşturan ülkelerin atmosferin kirlenmesine yaptıkları toplam katkının yaklaşık yüzde 30 civarında olduğunu biliyoruz. Bundan dolayı sorumlulukların eşit şekilde paylaşılmasını istemek fakir güney ülkeleri için kabul edilebilir durmuyor. Yeşil dönüşümü gerçekleştirmek adına fakir ülkelere gereken kaynak ve teknoloji transferlerini yapmadan bu ülkelerin fosil kaynaklardan vazgeçmelerini beklemek hayal gibi bir şey.
Bu yardımları yapmadan gelişmiş kuzey ülkeleri yeşil dönüşümde ilerler ve ticaret politikalarını bu yönde yeniden tanımlarlarsa, fakir güney ülkeleri için bu tam anlamıyla bir yıkım olur. Hem fosil kaynakları kullanarak ürettikleri ürünleri zengin kuzey ülkelerine satamazsalar hem de üretim sürecinin ortaya çıkardığı kirliliği iliklerine kadar yaşamak zorunda kalırlar. Dünyamızın önümüzdeki yıllarda merhametsiz büyüme sarmalından çıkabilmesi için sanayileşmenin başından günümüze kalkınmalarını gerçekleştirmiş ülkelerin az gelişmiş ve kalkınmakta olan ülkelere karşı daha merhametli olmaları gerekiyor.
- Zengin kuzey-fakir güney farkı
Rio'da 1992'de toplanan Birleşmiş Milletler (BM) Çevre ve Kalkınma Konferansı'ndan bu yana devletler düzenli aralıklarla bir araya gelip bu tarz sorunları aşmaya çalışıyorlar. Sürdürülebilir kalkınma ve yeşil dönüşümün gerekliği hususunda bir fikir birliğine ulaşılmış durumda. 2009 Kopenhag, 2015 Paris ve 2021 Glasgow konferansları bu süreçte öne çıkan toplantılar. Zorunluluk yerine gönüllülük esası üzerinden gerçeklemesi umulan sonuç devletlerin karbon salımlarını yüzyılımızın ortalarına kadar sıfırlamaları ve bu sayede gezegenimizin aşırı şekilde ısınmasının önüne geçilmesi. Bu çerçevede zengin kuzey ülkelerinin fakir güney ülkelerine yıllık bazda 100 milyar dolar yardım yapmaları da öngörülüyor. Bu ortak hedeflere rağmen, kalkınma stratejileri ve büyüme hedefleri temelinde devletlerin söz konusu geçiş sürecine dair belirledikleri takvimler birbirlerinden oldukça farklı. Bunun yanında 100 milyar dolar yardım da hedeflenenin altında kalmış durumda.
Halbuki sıfır karbon ekonomisine geçiş noktasında ortak bir takvim belirlenemez ve sorumluluklar adil şekilde paylaşılmazsa bu süreci zamanında tamamlayanlarla diğerleri arasında dengesiz bir durum ortaya çıkacak. Yeşil dönüşümünü tamamlayan ekonomiler, dünyadaki üretim süreçleri eski alışkanlıklar etrafında devam ettiği müddetçe dezavantajlı dahi olabilirler. Diğer taraftan kritik eşik aşılıp dünyanın hatırı sayılır kısmında yeşil dönüşüm tamamlanırsa bu sefer bu sürece ayak uyduramayanlar dezavantajlı olacaklar. Nereden bakarsanız bu çözülmesi güç bir denklem.
- Hızlı hareket eden avantajlı olacak
Açıkça görülüyor ki yeşil dönüşüm için gereken teknolojik yatırımları en hızlı yapacak ülke ya da ülkeler grubu bu süreçte avantajlı olacak. Küresel ticaretteki pazar payları yüksek ülkeler bu dönüşümü ne kadar hızlı yaparlarsa kendi politikalarını başkalarına dayatma lüksüne o kadar fazla sahip olacaklar. Aksi takdirde önümüzdeki yıllarda bizleri bekleyen en gerçekçi senaryo dünya ticaretinin "yeşil ekonomi" ve "kahverengi ekonomi" şeklinde ikiye ayrılması olacak. Fosil yakıt kullanan ekonomilerin oluşturduğu bir lig kendi içinde ticaret yaparken, sürdürülebilir enerji kaynaklarının kullanıldığı ekonomilerin oluşturduğu diğer lig kendi içinde ticaret yapacak. İki lig arasındaki ticaret de zorunlu haller dışında oldukça sınırlı kalacak.
Benzer bir durum küresel salgınlar konusunda da yaşanıyor. Salgınların baskılanması ve küresel tedarik zincirlerindeki tıkanıklıkların bir an önce aşılması bütün devletlerin çıkarınayken, bu hedeflere yönelik adımlar küresel olmaktan ziyade daha çok milliyetçi zaviyeden planlanıyor. Ülke sınırları içinde uygulanan ekonomi ve toplum sağlığı politikaları tam anlamıyla örtüşmüyor. Bunun yanında aşıların üretilmesi ve ihtiyacı olanlara ulaştırılmasında birçok devlet kendi vatandaşlarını öncelemiş durumda. Halbuki iklim sorunu bağlamında zikrettiğimiz küresel bakış açısı salgınlarda da geçerli olmalı. Sizin dışınızdaki ekonomilerin kahverengi kalmaya devam etmeleri sizin ekonominizin yeşile dönüşmesini zorlaştıracaksa, benzer bir mantıkla başka ülke vatandaşlarının salgının pençesinde yaşamaya mahkum edilmeleri sizin vatandaşlarınızın sağlıklı yaşamalarını güçleştirecek. Küresel tedarik zincirlerine eklemlenme üzerinden elde edilecek zenginleşme günümüzün tek gerçeğiyse, bunu engelleyecek oluşumları küresel akılla ortadan kaldırmak gerekiyor. Kendi kendine yetecek bir ekonomiye, bunu mümkün kılacak mali kaynaklara ve büyük bir iç pazara sahip değilseniz, salgınların sona erdirilmesi ve yeşil ekonomiye geçiş sizin çıkarınıza olur.
- Bazı ülkeler neden isteksiz?
Bu açıdan bakıldığında bu iki hayati sorun karşısında devletlerin neden bir türlü anlaşamadıkları kolaylıkla görülebiliyor. Çin, ABD ve AB gibi küresel ekonomik devler pazar büyüklükleri ve küresel tedarik zincirlerindeki başat konumları dikkate alındığında kendi çıkarlarını merkeze koyabiliyorlar. Petrol ve doğal gaz zengini Rusya gibi ülkeler ise yeşil dönüşüm için pek de hevesli görünmüyorlar. Zenginlik ve jeopolitik nüfuzlarının kaynağında yer alan fosil enerji kaynaklarının anlamsızlaşması ve ekonomik değer üretememesi bu ülkeler için önemli bir endişe sebebi. Paradoksal bir şekilde, Kuzey Kutup bölgesindeki buzulların erimesi ve Arktik bölgesinin deniz ticaretine daha fazla açılması aralarında Rusya'nın da bulunduğu bazı ülkeler için artı ekonomik değer bile üretebilir.
Ülkeler daha fazla güç biriktirip daha fazla ekonomik refah elde etmeyi en önemli çıkarları olarak tanımlamaya devam ettikçe ne salgınların ne de iklim krizinin önüne geçmek mümkün görünmüyor. Uzun vadede bütün insanlığın faydasına olacak şeyler -yaşanabilir bir çevre, sürdürülebilir bir kalkınma ve sağlıklı bir ömür- devletlerin ulusal çıkarlarını kısa vadeli tanımlamalarına ve jeopolitik rekabetlerine kurban edilmemeli. İnsanlığın önündeki büyük sınav tam da bu.
***
[Prof. Dr. Tarık Oğuzlu Dış Politika Enstitüsü Akademik Danışmanı]
Kaynak:
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te KONHABER'e abone olun.