Bazıları için bir TV yıldızı… Bazıları için popüler kültürün bir parçası… Ama aslında o altın gibi, değerini bilenlerin yanında çok kıymetli bir mücevher… Aslında bu da kendi tercihi bence, çünkü bağıra çağıra kendini pazarlamıyor ve aslında onu sadece önyargısız bakanlar, popüler kültüre ve dayatmalarına teslim olmayanlar gerçek haliyle görebiliyor. Göründüğünden çok daha fazlası var onda… Çünkü o insanların önüne çıkmadan önce kalbiyle gören birçok kişinin karşısında çıkmış, hizmet etmiş, kendinden vazgeçerek tekrar kendi olmuş… Yaşıtları hayatın tadını çıkarırken o kendine manevi dertler edinmiş. Ve o dertleri baş üstünde taşımış yıllarca… Aşkın Bir Noktası kitabında dediği gibi…" İnsanı insan yapan derdidir azîzim. İnsanın derecesini, derdinin derecesi belirler."
Öncelikle yine yeniden Konya’ya hoş geldiniz. Aslında eserlerinizle hepimizin tanıdığı bir Muhammet Fatih Çıtlak var, ama bugün eserlerinizden ziyade Sizi konuşmak istiyorum. Bize dünyaya ilk geldiğiniz ortamın iklimini anlatır mısınız?
Milli Türk Talebe Birliği gibi İslami hassasiyeti bulunan cemiyetlerdeki faal rolü, ayrıca Adnan Menderes’ten sonra yeni yeni başlayan Haremeyn’e yolculuklar ve insanların irşadı, aynı zamanda İstanbul merkez vaizliği gibi hususları da perspektif açarsak rahmetli babamın o dönemin insanları tarafından şehadetle tescil edilen bir dava adamı olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca babam akla zarar şekilde yani aklın havsalanın almayacağı bir şekilde âlimlere hürmet ederdi. Bunun altını çizmek istiyorum. Rahmetli Ali Yakup Hoca bizim fakirhane de ders verirdi İhya-u Ulumu’d- Din ve Edebi'd- Dünya ve'd-din eserlerini okuttuğunda Ben deniz 11 yaşındaydım. Hocaefendi’nin abdest alırken havlusunu tutmak çay servisini yapmak gibi işler benim vazifemdi. Bizde, ailemizde asla hoş görülmeyen 3-4 maddeyi sıraladığınızda bu ilk üç maddeye giren şeylerden biri hocaya hürmetsizlikti. Ama bakın herhangi bir dini sahadaki bir hocadan bahsetmiyorum, okul hocasına da bir terbiyesizlik yapmak bir matematik hocasına karşı saygısızlık yapmak bizim için adeta idam fermanı gibi bir şeydi. Saygısızlık yapmak, ileri geri konuşmak, edepsizce fütursuzca konuşmak, onlar şaka latife konuştukları zaman haddini bilmeden onlara cevap vermeye kalkmak, bu bizce asla tolerans gösterilmeyecek hiçbir zaman hoşgörüyle karşılanmayacak en önemli hatalardandı. Çünkü şöyle anlardık biz; “ bir insan alim olmayabilir fakat ilmini hürmetsizlik yaptığında alimle tamamen irtibatı kesilebilir ve Allah’ın huzurundan da ta’d edilebilir, O sebepten Allah’ın gadabına uğramamak ve cemiyette böyle bir ahlaksızla meydan vermemek üzere çok sıkı bir eğitimden geçtiğimizi söyleyebilirim. Ne kadarını aldım, bunu ne kadar başarabildim o ayrı tartışılır. Ama bize intikal eden bu. Ali Yakup Hocama havlu tutarken babam şöyle derdi; “havluyu tutacaksın abdest alırken, uzatacaksın Hoca havluyu yüzüne uzattığında hani seni görmeyecek şekle geldiğinde hemen sakladığın ayak havlusunu uzanıp eğilip ayaklarını kurulayacaksın. Görürse müsaade etmez bak sakın bunu gösterme hocanın dikkatini çekmeden fırsat vermeden bunu yapacaksın yoksa seni paralarım”
"İlkokul öğretmenime “hemen dininizi tazeleyin kâfir oldunuz” dedim"
Fatma Tunçer Öncü: İlk hafta için baya zor bir durum, peki sizi durdurabildiler mi?
Muhammed Fatih Çıtlak: İkinci haftaydı, o zamanlar şöyle bir adet vardı; öğrenci velileri her gün sırasıyla bizim beslenme saatinde yemek getirirlerdi. Pastaneden bir şeyler alırlardı ya da börek çörek gibi şeyler yapılırdı. Hiç unutmam bir arkadaşımın annesi o zaman içinde süper lüks sayılabilecek kıyafetler giyiyordu. Sınıfa girdiğinde kürklerinden dolayı filan bizi şaşırtıyordu. O teyze bize pufböreğinin içerisinde sosis getirdi. Yani sosisli puf böreği. Sosis! Bizim ne evimize asla girmez. Tabi o zaman herkesçe malum helal sosis diye bir şey yok. Ben o sosisi görünce dayanamadım. Öğretmene konuşmayacağım ama arkadaşlara konuşabilirim diye düşündüm. Sosisi aldım elimde bir peçete ile tuttum çöp kutusuna doğru gittim. Sınıfta 5-6 veli var öğretmen de orada. Herkes sıcak sıcak börek yiyor. “Arkadaşlar bu böreğin içerisinde haram olan bir sosis var. Ben bunu yemem” dedim sosisi çöp kutusuna fırlattım. Ama iş burada kalmadı en az 15-20 arkadaş ayağa kalkarak hepsi ellerindeki sosisleri çöpe attılar. O gün o yemeği veren kişi çıldırdı tabi “kim bu çocuk deli mi? yobaz mı?” diye bağırmaya başladı. Sınıf karıştı, tekrar annem çağırıldı. Yine madalya takmadılar ama annemin çimdiklerinden farklı madalyalar vücuduma işlemiş oldu. Tabi onları da anlıyorum “bize problem çıkartma biz zaten zor bir hayat yaşıyoruz” çünkü o zaman Müslüman’ım demek bir şeyleri anlatmak başa dert bir şey “ayrıca bir de okulla uğraşmayalım” diyorlar.
Fatma Tunçer Öncü: Sonuçta başka bir vukuat olmadan okul bitti mi?
Muhammed Fatih Çıtlak: Aslında ilkokul hocam benden hazzetmezdi. 4. Ve 5. Sınıfta öğlenci oldum. Fatih Camii’ne Cuma namazına giderdim. 5-10 dakika geçe sınıfa gelirdim kapıyı vururdum, açardım. Hocaya nerden geldiğimi söylememe gerek yok anlardı “geç geç” derdi Hocam beni en arka sıralara koyardı Ama ben hiç ona karşı saygısızlık etmedim. Ama 5. Sınıfta muazzam bir hadise yaşadım. Okulumuza yeni bir müdür muavini geldi çok uzun boylu bir zattı. Acaba çocuk olduğum için bana öyle geliyor dedim ama ileriki yaşlarında da gördüm, hakikaten uzun boylu birisi hakikaten uzun boyluymuş 2 metre yakınmış boyu. Dediler ki bizim sınıf hocamız din dersine girmeyecek bir mevzuat değişikliği var müdür yardımcısı artık din derslerine girecek. Ben de bunu duydum. Din dersi başlamak üzere öğrenci zili çaldı, 5 dakika sonra öğretmen sınıfa gelecek. Ben de gittim hoca yeni bir hoca olduğu için tahtaya Arapça harflerle “Esselamu aleykum” yazdım. Yazdığım yazıyı da hatırlıyorum “aleyküm” derken mim iyice aşağı sarkmıştı. Şu an yazdığım yazı gözümdedir. Ve geçtim arka sıraya oturdum, arkadaşlarım da “ne yazıyor orada diye bakıyor”. Hoca içeri girdi “merhaba arkadaşlar” dedi uzun bir süre tahtaya baktı baktı baktı baktı “bunu kim yazdı” diye o devasa boyutuyla acayip bir diyaframla seslendi. Ben tabi ilkokul birin ikinci gününden beri pişmişim artık. Dedim ki “Fatih yeni bir mücadele başlıyor korkmana gerek yok, Ashâb-ı hatırla mücahitleri hatırla, dayak yiyeceksin ama önemli değil” hadiseye böyle bakıyorum. Çünkü hoca çok iri. Ve hesap ediyorum vurduğu zaman tahtaya yapıştırır. Gururla korktuğum halde korkusuzmuş gibi yaparak “ben yazdım öğretmenim” dedim. “buraya gel” dedi. Kalbim yerinden fırlayacak, artık o yol bitmiyor. Yanından geçtiğim arkadaşlarım “eyvah” diye söyleniyor. Geldim hocanın karşısında durdum. “elini uzat” dedi. Ben de elimi uzattım cetvelle vuracak diye. Hoca elime elini uzattı çevirdi ve öptü şaşırdım ben baktım hocam ağlıyor. “Adın ne senin?” dedi “Muhammet Fatih” dedim “peki yavrucuğum” dedi elini başıma koydu sınıfa döndü “arkadaşlar” dedi arkadaşlar tabirini ilk defa ondan duydum, çocuklar demedi arkadaşlar dedi. “arkadaşlar bu arkadaşınız şu anda dini hususta benden daha bilgili ben böyle yazı yazamıyorum” “Fatih kardeşiniz ben derse girmediğim zaman sizin dersinize girecek kendisini dinlemezseniz size ceza veririm, benim de hocamdır” dedi tekrar elime uzandı öptü ve beni sıraya gönderdi. Ben o hocamı hala rahmetle anlarım.
Muhammed Fatih Çıtlak: Tabi ilkokul hocamı da rahmetle anarım. Çünkü üniversite bire giderken hocamla seneler sonra Fatih Akdeniz Caddesi’nde karşılaştık. Gördüğümüz edip üzere, Önümü ilikledim ve eline uzandım, öptüm. “Ne yapıyorsun Fatih” dedi “imam Hatip’i bitirdim şimdi üniversiteye gidiyorum, bir yandan da Arapça öğreniyorum siz afiyettesiniz inşallah “dedim. Şöyle durdu, “seninle biz okulda anlaşamadık ama bir şey söylemek zorundayım senin kadar bana saygı gösteren bir talebem olmadı” dedi. Ve şu andaki terbiyenden dolayı da hem anneni tebrik ediyorum hem seni tebrik ediyorum oğlum ben seninle iftar ediyorum” dedi ve o benim için çok önemli olmuştur bizim insanımızı hiçbir zaman hakaretle göz ardı etmemek. Kaç yaşında olursa olsun ister başı açık olsun, ister başka düşüncede olsun ahlâka hepimizin ihtiyacı olduğunu ve bizim insanımızın muhakkak içinde bir güzellik olduğunu ben o kadar medrese tahsilinden değil, yine ilkokul hocamın bana bu sözünden almışımdır. Bu söz benim insanlara bakış açımı ciddi şekilde etkilemiştir. Hala hocama dua ederim. “Allah onu inşallah cennetine dâhil eylesin” diye.
Muhammed Fatih Çıtlak: Fatih Camii’nde… Fatih camii benim oyun alanımdı, güreştiğim yerdi. Dinlendiğim yerdi ve bizim için Fatih muhiti kendiliğinden insana eğiten bir muhitti. Fatih’te olmanın, Fatih Sultan’ın civarında olmanın ve o çağda Fatih semtinde bulunmanın şükrünü ödemekten acizdim.
Muhammed Fatih Çıtlak: İmam Hatip maceramız siyasi çalkantılarla aslında çok güzel olmamıştır siyaset bu ülkeyi abad etmemiştir, rezil etmiştir. Ve bu ülkede maalesef bizim dönemde -bu sözümü belki birçok kişi beğenmeyecek ama- Türkiye’de dinin insanlara geçmesine en büyük mani teşkil eden şeyin siyaset olduğunu düşünüyorum. Keşke din siyasetle veya siyaset konuşulurken keşke edin söylemeli ile anlatılmasaydı. Güzel ahlakla, hizmetle, insanı kazanmakla anlatılsaydı. Mihrapta ve kürsüde konuşulan sözleri birebir Millet Meclisi’nde konuşmanın ben bizim çocukluğumuzda bize yarar getirdiğini asla düşünmedim. İslam’dan bahseden siyasetçi abilerimizin dini hassasiyetten uzak şekildeki yaşantıları, siyasi çalkantılarla insanların birbirine selam vermeyip hizipleşmeleri ve âlimlerin siyasi görüşleriyle veya dışardan devşirme siyasi mihrakların getirdiği taşıdığı fikirlerle yozlaştığı ve kamplaştığı bir dönemde bendeniz o günün siyasetçilerine hayır dua bile etmeye inanın ki istek duymuyorum. Benim dönemim çok sancılı bir dönemdi. Çünkü biz o dönemde ne gençtik ne çocuktuk, tam orta yerdeydik. Siyasetle insan kazanılmayacağı kanaatine ben o zaman sahip oldum.
Muhammed Fatih Çıtlak: Annelerimizin ve babalarımızın etrafında birçok insanla tanışırız. Onlar bizim karakterimizi şahsiyetimizi birçok huyumuzu şekillendirir. Biz maalesef kendi başımıza yetiştik gibi düşünür bunlara pek vefa göstermeyiz. Aslında benim etrafımda birçok hoca birçok anne birçok babamın arkadaşı varmış gibi telakki ediliyor ama mesele o değildir. Mesele vefa konusunda aldığımız terbiyedir. Bir ahiret annemi, bir Saime Anneyi, bir Hümeyra Anneyi, Masume Anneyi ben zikretmezsem haksızlık yapmış vefasızlık etmiş olurum. Ve bunları zikrettiğimde insanlar bir düşünürlerse muhakkak etraflarında bu anneler mevcuttur. Annelerimin her birinin ayrı bir özelliği vardı; Saime Anne, Abdülaziz Bekkine, Hasip Efendi ve Mehmet Said Efendi Hazretlerinin kâtibeliğini yapmış, öğretmen ama aynı zamanda kerameti zahir bir veliyye hatundu. Aşikâre kerametine onlarca defa şahit olmuşumdur. Hala kendisiyle görüşürüm, ahirete intikal ettiği halde. Hümeyra Anne meşhur imam Hatipleri açan Celal Hoca’nın kerimesidir. Nasıl bir insandır? Ben anlatmayayım. Onu Celal Hoca söylesin, Celal Hoca kürsüde dermiş ki; “beni kızım irşad etti”. Doktor Hümeyra Tıp fakültesinden ilk defa başörtü olarak mezun olan ve birincilikle bitiren bir insandır. Birçok Müslüman hanımefendinin de tedavi görmesine vesile olmuş, fi sebilillah fukaraya bakmış bir insandır. Mehmet Zahit Efendi Hazretleri’nin Hac ziyaretinde hekimliğini hemen yanı başında yapacak şekilde de o feyiz membaından istifade etmiş bir Nakşi Şeyha bacısıdır. Bendeniz daha doğmadan erkek mi kız mı olduğum bilinmeden Fatih diye ismimi vermiştir. Hala kendisinden dua isterim hala kendisinden feyiz almaya gayret ederim. Ahiret annemiz, sultan Abdülmecid’i görmüş, o elinde beyaz eldivenleri ile bize gelen, fevkalade güzel bir İstanbul Türkçesi ile tam bir İstanbul hanımefendisiydi. Frapan dekolteli ya da makyajlı olduğundan değil, nur gibi simasıyla muazzam Türkçesiyle muhteşem bir Allah korkusuyla, Kuran-ı Kerim’i dinlediğinde konuşuyorum mest olup bağrı yanacak ve ortam müsaitse sayhalar atacak kadar bir âşık anneydi. Küçüklüğümde hanım mevlitlerine de kabul edilirdim. Yaş haddi uygun olduğu için. Orada erkeklerden daha güzel mevlid okuyan, mevlithan hanımlara da şahit oldum. Her biri nurdan insanlardı. Rabia Anne ’ye yetiştim. Rabia Anne için Gönenli Mehmet Efendi derdi ki “onun cenazesinde tabutunu insanlar taşımadı, melekler aldı Fatih Camii’nin minarelerinden uçurdu”. Böyle insanların elini öpmek, dualarını almak nasip oldu.
Muhammed Fatih Çıtlak: Şu anda şayet insanlar güzel kabul ettikleri bir şeylerden bahsediyorlarsa bunu bendenizle beraber yâd ediyorlarsa, hemen hemen üzerimdeki tüm bu güzelliklerin o güzel insanlardan her birinden aldığım bir hatıra bir yâd edilme bir şeref olarak görmekteyim. Şu anda aldıklarımın üzerine bir şey eklemedim. Hala o sermayeden yiyorum dersem doğru bir söz sarf etmiş olurum. Ama bu zatlardan ne al ne alıp almadığı mı ne kadar istifade ettiğimi onların müstesna şahsiyetler olduğunu daha sonraki yaşlarımda Gönenli Mehmet Efendi, Mürşid- i Ekmel’im olan Muhibbi Efendi’nin sohbetleri ve nazarlarıyla öğrenme fırsatını buldum. Onun öncesinde de hep böyle ilim meclisleri ile haşır neşir olurdum.15-16 yaşındayken gençlere Hatmi Hacegah yaptırma iznim vardı. İlk mürşidim yani Gönenli Hocamın emanet ettiği zat, çok genç yaştayken fakire Halvetiye’den bir izn-i icaze verdi. 21-22 yaşlarındaydım. Eski Osmanlı kıyafetlerine, Meşahih türbelerine, onların nasıl giydiklerine, nasıl zikir icra ettiklerini hep merak duydum. Bu merakla beraber onlar da bizi kapı dışarı etmediler ve öğrettiler anlattılar. Güzel ahlaklarından bahsettiler, ben de çok faydası oldu mu olmadı mı o tartışılır ama onlardan dinlediklerimi aktardığım insanların çok faydalandıklarını gördüm ve çok güzel şeylerde yapıldığına şahit olmaktayım. Allah hayal bile edemeyeceğim nimetleriyle ikramlarıyla insanlarıyla beni buluşturdu. Şükürden acizim.
Muhammet Fatih Çıtlak: Olumsuzluklar oldu, çok sıkıntılar oldu, hiçbir zaman keyfim yerinde ağzımın tadı yerinde gibi olmadı. Herkese el üstünde tutmadı. Hakarete iftiraya uğradım. Ama onları kendi kulluk eksikliğimden daha dikkatli olayım diye Allah’ın bir lütfu olarak gördüm. . “Bu insanların attıkları iftiralar doğru değil ama ya doğru olan şeyleri konuşsalardı, doğru olan tespitlerle yanlışlıklarımı konuşsalardı o da Allah’ın bir lütfudur” diye düşünüyorum. Yapmadığım şeyleri Allah bana iftira şeklinde getirerek beni adeta beni koruduğunu muhafaza ettiğini düşünüyorum. Şu anda tek duam huzurlarına erişerek feyz aldığımı zatların ahirette yanlarına gittiğimde rezil olmamaktır. Şu anda benim hayatta başka bir gayem yok. Ben bu zatları huzuruna gittiğimde “biz sana bunları emanet olarak verdik, sana bunları anlattık, sen ne yüzle geldin de şimdi bu şekilde karşımıza çıktın” derlerse, Allah’ın azabı, Aleyhissalatu Vesselam Efendimizin cemaline bakmak onlar zaten beni aşan şeyler… Ama ben birebir tanıdığım insanlara karşı rezil olursam cehennem hayatı işte o an benim için başlamış olur. İnsanlarla uğraşmam, yaptığım işlerde meşguliyetim üzerimde bana verilen emaneti boşa çıkarmamak adına bir mücadele bir gayretten ibaret. Bu arada iyi dediler Allah razı olsun kötü dediler Allah ıslah etsin. Bu çok umurumda değil, ben nasıl hesap vereceğim? Ben büyüklerimden bunu gördüm. Bunun için ne yapmam lazım? Olamadım yapamadım bırakayım mı? Başka kapı yok ki! Bu saatten sonra hangi kapı beni kabul eder, Allah kapısından başka, Evliya kapısından başka, hangi adam beni kabul eder? Çocuğun bile beni tanımaz; yaşım ilerlediğinde ben belki çocuğumun evinde bile rahat edemeyeceğim. Ama ben hala Sadrettin-i Konevi Hazretleri’ne gittiğimde karşılanıyorum. Hala Mevlana Celalettin Rumi Hazretleri’ne gittiğimde bağrına basıyor. Hala bir büyüğün kabrine bir eserle müracaat ettiğimde, sen buraya giremezsin demiyor o kapı bana hep açık. Bir insan en az köpek kadar vefalı olması lazım değil mi? Ekmeğini yediği, suyunu içtiği yere bir bağlılığı olması icap etmez mi? Ben bu saatten sonra hangi muhabbetin izini sürebilirim? Hangi mesleği yapabilirim? Hangi işle uğraşırsam uğraşıyım bendeniz o güzel insanların mesleğinde ve ahlaklarında olmak için gayret edeceğim. Terk edemem ki başka kapı bilmiyorum çünkü.
Muhammet Fatih Çıtlak: İmam- Hatip çok bugün film yapsam abartmış canım Hababam Sınıfı bu kadar denilebilecek enteresan insanların bir arada bulunduğu bir yerdi. Şimdi bir gözünüzde canlandırın Fatih’in en eski kıdemli hocaların hocası denilen zatlar da dersinize giriyor. Bu arada hukuki bir şekilde cezai müeyyide için Doğu’dan İstanbul’da sürülmüş bir hoca da dersinize giriyor. Birisi Fenerbahçe- Galatasaray maçını anlatıyor ders kaynıyor birisi İngilizce konuşmaktan aciz olduğu halde İngilizce dersine giriyor. Kuşlara buğday attığımızda sözlüden 10 aldığımız bir biyoloji hocamız vardı mesela. Ama bunun yanında kendisini gördüğümüzde Allah diyebileceğimiz veli insanlar vardı. Bir kısmı biz onlarla eğlendik, bir kısmıyla biz eğlendik onlar bizi idare etti. İmam-Hatip’te gördüğüm hocalar ve talebeler hayatımın ondan sonraki döneminde gördüğüm insanlar bakımından mukayese ettiğimde, anormallik olarak ifade edebileceğim bir insan laboratuvarı şeklindeydi. Fakat eğer o siyasi çalkantılarla talebelerin hocaları dövdüğü ve bunu yaparken İslam adına yaptığı bir dönemde, eğer Gönenli Mehmet Efendi’nin Sultanahmet’teki vaazlarına -Cuma öğleden sonra okulu kırıp da yok yazılmayacak şekilde de sınıf başkanını ayarlayıp Sultanahmet’e gitmeseydim- Gönenli Hocam olmasaydı, okulda Seyyid bir tarih hocam vardı O olmasaydı, Allah korkusu ve Kuran-ı Kerim’e muhabbeti ve namazdaki ciddiyeti ile iftiharla andığım merhum Edebiyatçı Zeki Ekici Hocam olmasaydı ben herhalde imam- Hatip’i namazsız bitiren güruhtan olacaktım. Çünkü maalesef İmam- Hatip dinde bizi ciddiyetten ziyade ciddiyetsizliğimizi dinden aldığımız fetva ile bir şekilde dengeleme yoluna doğru da itti. Çok boştu çünkü insanlar, çocuğumuz esrarkeş olmasın, içkici şarapçı olmasın onun bunun ırzına namusuna dalmasın diye çocuklarını İmam- Hatip’e gönderiyorlardı; kimse hoca olsun diye çocuğunu imam- Hatip’e göndermezdi.
Muhammed Fatih Çıtlak: İmam Hatip’ten sonra Mısır’a tahsile gitmek üzere bir medrese tahsilim başladı. Şark usulü dediğimiz Tille menşeili bir hocadan ders gördüm. Ama ondan önce İmam-hatiplerin ilk dönemdeki ilk hocalarından Mahmut Bayram Hoca vardı, 85 yaşındaydı. Yaşlandığı için sadece kızlara ders verirdi. Tek erkek öğrencisi bendim. Allameydi, çok pratik şekilde ders anlatırdı fakat bir gün dedi ki “ben çok yaşlandım sana ders veremeyeceğim, yeni bir hoca geldi İstanbul’a, 38 yaşında, yani oğlum yaşında neredeyse ama allame” dedi Bu zat 20.000’den fazla sayfayı ezberinde tutan bir zattı. İzhar’a12 senedir bakmamış bile, artık tamamen bildiği için. Bu zattan ben, metin ezberi yaparak yani -okuduğunuz kitabı sadece ders olarak okumuyoruz ertesi gün okuduğumuz sayfayı ezber veriyoruz-; Ezzi’yi izhar’ı, Katünnedai’yi, Acrumiyye’yi, Elfiye’yi Molla Camii gibi kitapları ezberliyoruz. O şekilde evinde derse başladım.
Muhammed Fatih Çıtlak: Hocam Mısır’a gitmemi istemedi. “Mısır’a gidersen turist rehberi olursun, sonra tercümanlık yaparsın ilmin durur” dedi. “Bu arada üniversiteye gir kazanırsan hem Arapça oku hem üniversiteye gir” dedi. Türkoloji’yi kazandım hiç çalışmamıştım. Fakat nasıl olduysa denk geldi demek ki hocamdan derse devam ediyorum, bir taraftan da Türkoloji’ye gidiyordum.
Muhammed Fatih Çıtlak: İlk sene aslında okulu bırakmak istedim. Çünkü berbat bir eğitimi vardı. Kayıtlara girsin bu! 10-15 sene aynı dersi fotokopiden okuyan profesör; adı profesör olup bizim medeniyetimizle uzaktan yakından alakası olmayan tuhaf Jön Türk tipinde hem aydın geçinen hem de bizim kendi medeni paradigmalarımızdan çok çok uzak insanlar. Şöyle bir hadise de yaşadım üniversitede Tevfik Fikret’in Haluk’unu ve Mehmet Akif’i kıyas ediyordu hocamız. Mehmet Akif’e hakaretvari sözler söyledi, biraz gericidir şudur budur deyince, ben elimi kaldırdım “Mehmet Akif’e hakaret eden bir hocadan bir kimseden not almak benim için aşağılamadır! Sizden ders almayı reddediyorum” dedim sınıftan çıktım. Böyle bir hava artık ama üç sene o hoca derse geldi. Ne finallerine girdim ne bütünlemelere ne vizelerine… “Aşağılanmaktır sizden ders almak dediğim” için ondan sonra talebeleri de beni mimlediler, ciddi şekilde okulum uzadı. Hatta okulu bitiremeden askere gitmek zorunda kaldım.
Muhammed Fatih Çıtlak: Hocamdan aldığım metin şerhi ile beraber, Hazreti Pir, işte o dönem Semazenlik meşki.. Semazen yetiştiriyorum… Konya’ya gelip gidiyorum… Cenabı Pir’in dehşet sözleri bazen bir beyti tüm uykularımı kaçırıyor. Bir gece sadece onunla meşgul oluyorum. Böyle çekiyor bir şeyler. Bu arada devam ederken, hocamdan başka türlü feyizler aldım. Bir yandan hat hocalarımdan her biri ayrı kıymettir. Hasan Çelebi Hoca Saim Özer Hoca, Ali Rüştü Hoca… Mesela İskenderpaşa ’da hatta başladığımda orta birdeydim. Bir sene de erken gittiğimi düşünün 11 yaşındaydım.1978 yılında Rika yazısıyla ders aldım. Saim Hoca’ya Süleymaniye Camii’ne hat dersine gittiğimde 79-80 senesiydi. Nesih hattını ondan aldım nesih ve sülüs de de sana izn-i icazet verdim demiştir Saim Hoca… Fakat ben yazımı beğenmediğimden tekrar Hasan Çelebi’ye sıfırdan “rabiyessirden” başladım. Sonra Ali Alpaslan Hoca’dan talik yazısına üniversiteye gittim. Yazıyla benim maceram, insanlara göstermek değil yazıda kaybolmayı severim, yazıdan zevk almayı severim. Yazının bir tılsımı vardır sanki yazarken tüm hattatlarla bir alışveriş içeresinde olduğumu düşünüyorum. İstanbul’da kırktan fazla Pir vardır, bu kırk Pir’in neredeyse otuz beşi hattattır. Onlarla aynı işi yapıyormuşçasına bir neşe unsurudur benim için hat. Kendimi anlatma gösterme ifade etme şeklim değil, onların kendilerini ifade ettiği sahada sohbette bulunma isteğidir. Ebru’yla bir müddet uğraştım Neyzen olmak istedim sonra Ney’e hakaret olur benimle neyzen olmam, bu işi yapamayacaksam hiç girmeyeyim dedim. Neyi ve diğer musiki enstrümanlarını dinlemekle iktifa ettim. Musikide kendim mırıldanmak için zikir meclislerinde okumak için ilahi öğrendim. Albümlerim oldu, ismimi yazmadan şu an piyasada sekiz on albüm var, benim sesimden koro çalışmalarım var bunları isimsiz olarak çıkarttım. Ayrıca 90 senesinden sonra süpervizörlük yönetmenlik bant tiyatroları ile uğraştım onlarda maişet için veya benim hobim gibi olduğu için. Allah Teâla sevmediğim bir işi yaptırmadı. Bunu da dualara bağlıyorum. İnsanlar Başka başka şeylerle uğraşırken ben dua almakla uğraştım diyebilirim.
Muhammed Fatih Çıtlak: Güzel muhabbetli insanlardı nasıl olmasın. Düşünün 14 sene gidiyorsunuz haftanın üç günü dört günü görüşüyorsunuz. Hiç soru sormadan düşündüklerinizin cevabını veriyor. Siz bu insanı nasıl terk edebilirsiniz? Rüyalarınıza giriyor! Ertesi gün yapacağınız işleri rüyanızda size söylüyor. Anlatıyor; sana birisi gelecek böyle bir röportaj yapacak şunları yap diyor mesela. Sabah kalkıyorsun sizi telefonla arıyorlar, sizlere röportaj yapmak istiyoruz.
Muhammed Fatih Çıtlak: Rüya ayrı bir ilim… Mesela ertesi gün röportaj yapacağımı ben bilmediğime göre bunu rüyada bana söyleyene görünüyor demektir.
Muhammed Fatih Çıtlak: Evet, hayatımızda bir 91 senesinde Gönenli Mehmet Efendi’nin rıhleti vardır. Gönenli Hocam göçmeden bir hafta evvel, “oğlum haftaya Cuma akşamına hazırlığını yap göçüyorum” dedi. İlk mürşidim de “sekiz sene üç ay kaldı” dedi. Sekiz sene üç ay sonra da kendisi göçtü. Ondan sonra biz bir anda yaşlı oluverdik. İnsanlar bir anda dönüp bize bakar hale geldi. Keşke zamanında onlardan daha çok istifade etseydik. Ben onların yanında konuşmadım. Ama zaten çok konuşana çok biliyorsun hadi uğurlar olsun denir. Bazı yerlerde susmakla insan feyz alır. Bazı yerlerde konuşmakla… Konuşulacak yerde susulur susulacak yerde konuşulursa insan mahrum kalır. Aynı bunun gibi kendimizi çok az bir emekle, çok az ve birikimle bir anda etrafımızda hoca hocam gibi sözlere maruz kaldım.
"Her okuyan mezun olmaz, fakat okuyanlardan çıkar mezunlar"
Muhammed Fatih Çıtlak: Şimdi bizim insanlarımızın hatta bunu Konya özelinde de düşünebiliriz en büyük problemi her şeyi bilmeleridir. Bilirler yani. Fakat bilmezler “benim dinle alakam yok” diyen bir insana dinden bahsettiğinizde dinler, sizin gözünüzün içine bakar. Ama babası hacı olmuş, İmam- Hatip’e gitmiş onlara bir şey anlatamazsınız. Peki, biliyor mudur? Hayır! Tasavvuf da böyle algılanıyor. Kafasına vur al ekmeğini! Yok, gidin hala birçok türbede Teber vardır, balta vardır bunları herhalde tırnakları kesmek için saklamıyorlardı. Alperen dervişleri vardır, cihada çıkmışlar vardır. İslam aleyhine bir hareket olduğunda kadıya iş intikal etmeden, fütüvvet ehli hallederdi onu. Dervişlikte mesele yerine göre konuşmaktır. Yerine göre konuşmak; haddini bilmeyene haddini bildirmek kırk yetime kaftan giydirmektir. Haddini bilen adamı da incitirseniz bu Allah’ın gadabına duçar olmaktır. Mesele yerinde hareket etmektir. Tasavvuf terbiyesinde yerinde isabetli hareket etmeye irfan denir, bunları tavsiye eden gösteren zatlara da Arif denir. Ve arifleri anlayan zatlara da derviş denir hepsinin yeri vardır hepsinin sahası vardır.
Yalnızlık: Kesret
Muhammet Fatih Çıtlak: Dediler ki Pendik’ten mesnevi dersi istiyorlar. Dedim ben! Mesnevi dersi vereceğim çarpılırım dedim. Dediler ki Emin Şık Hoca da böyle söylüyor, falanca zat da okutur diyor, Hüseyin Top Hoca da şöyle söylüyor. Tamam, nasıl yapacağım? Korka korka gittim gusül abdesti aldım. Dibace-i Mesneviden otuz beş kırk kişi gelmiş; Mehmet Akif kültür merkezi… Bana bakıyor teyzeler ablalar abiler… İşaret bekliyorum; işarette yok. Bizim meşrepte işaret almadan bunlar yapılmaz. Yok, görünmüyor söylenmiyor bir şey ilk g-hafta böyle geçti. İkinci hafta Cumayı Cumartesiye bağlayan akşam, Cenab-ı Pir zuhur etti. Boyu apartman kadar ama huzuruna gidiyorum aşağı doğru iniyor yine de beş metre filan boyu var. Mübarek dizine yatıyorum, öpüyorum dizini; “Efendim mesnevi dersi verdiler, ben ne yapacağım? Diyorum. “ üzülme oğlum insanlara lazım olan ahlak-ı Muhammediye’yi anlat, aralarında meşveret etmeleri aile hukukunu arkadaşlık hukukunu anlat, biz senin arkandayız” diyor. Ondan sonra ben korkusuzca cumartesi derslerine gitmeye başladım. 4-5 ders sonra, Mehmet Âkif Kültür Merkezi’nin iki yüz küsurluk istiabı, tamamen doldu. 30-40 ders sonra gelenleri aralara oturtmak hatta sahneye çıkartmak zorunda kaldık. Kayıt almaya müsaade etmiyorduk; kâğıtlar gelmeye pusulalar yazılmaya başlandı. “Yer işgal etmemek için ailecek gelmiyoruz oğlumu gönderdim, çocuğumu gönderdim, gelinimi gönderdim lütfen bari kayıt almamıza müsaade edin, çünkü orası tıklım tıklım oluyor” diye. Pendik’te o güzel hamiyetli cemaat sahip çıktı. Şu anda geldiğimiz noktada Pendik bir mektep oldu. Mesnevi dersleri lokomotif oldu. “uzak yere oraya mı gideceğiz Pendik’e düşmedik artık” diyen abilerimiz hocalarımız birer birer gelmeye başladılar. Şu anda yirmiden fazla kişi Farsçasından Mesnevi-i Manevi okuyup anlatabilecek seviyeye geldiler. Mektep oldu orası. Evet, oranın bereketiyle biz bu dersleri devam ettiriyoruz. Hala 350-400 kişi, iki 2- 2,5 saat adeta nefes bile almadan o dersleri dinler, fakire tahammül ederler ve oradaki derslerin feyzi bir farklı olur. Pendik’e karşı o yüzden benim bir vefa borcum vardır. Çok severim oranın insanı, artık onlarla akraba gibi olduk zaten. Bu bereketi hep yaşarım tıkandığım, metin içinden çıkamadığın zamanlar olmuştur. Onu da şöyle hallediyoruz; tavsiye edilir. Nasıl çıkarsınız nasıl halledersiniz işi? Sorarsınız tat vermez Mesnevi’nin beyti, bu değil dersiniz. Öyle edersiniz böyle edersiniz, anlatıp geçseniz mesele yok, kimse olmadı demez size. Ama dedim ya siz almıyorsunuz tadını… Böyle durumlarda da şöyle yaparım hiç kimseye haber vermeden uçak bileti alırım Konya’ya gelirim, Türbeye gelirim niyazımı yaparım, tekrar dönerim o beyitler açılır.
Kaynak: