Osmanlı İlmiyesine Konya’nın büyük katkı verdiğini anlatan İpşirli, “Selçuklu devrinde Konya ilmin en önemli merkeziydi. Makam-ı ulema olarak bilinirdi. Birçok âlim orada yetişmiştir. Osmanlı’da da büyük vazifeler almışlardır” tespitinde bulundu.
İLMİYENİN ÖNEMLİ AKTÖRLERİ VAR
Konuşmasına, Türkiye Yazarlar Birliği Konya Şubesine teşekkür ederek başlayan Prof. Dr. Mehmet İpşirli Osmanlı İlmiyesi’nin çok geniş bir konu olduğunun altını çizerek “Bu konuda en büyük çalışmayı rahmetli İsmail Hakkı Uzunçarşılı yaptı ve büyük rağbet gördü. Üzerinde çalışılmaya değer bir konudur. Hem köklü ve geleneği olan bir devlet, hem de kurduğumuz bütün devletlere baktığımız zaman; Osmanlı İlmiyesinin, ulemasının çok önemli bir yeri olduğunu görüyoruz” dedi.
Bu konuda birkaç saha bulunduğuna dikkat çeken İpşirli “Birincisi, İlmiyede aktörler var. Bunların başında ulema gelir. Bunun dışında Osmanlı’nın belli başlı kurumları var; şeyhülislamlık, kazaskerlik başta olmak üzere kadılık, müderrislik bunlardandır. Bir de yerleşmiş olan ilkeler ve yaşanan problemler var. Hiçbir şey planlandığı gibi düzgün gitmiyor. Bununla ilgili çalışmalar var” diye konuştu.
ULEMA İLMİYLE AMİL OLMALIDIR
Osmanlı İlmiyesi adlı çalışmasının birinci kısımda, aktörlerin en belirgin temsilcisi olan ulema üzerinde durduğunu anlatan İpşirli “Ulema, ilim kökünden geliyor, âlimin çoğuludur. İslâm dünyasına mâl olan kavramlar vardır. Meselâ medrese Arapça da, Farsça da, Türkçede Urducada da aynıdır. Ulema da bu şekildedir. Hatta batı dillerine, İngilizceye giren İslami kavramlar da var. Ulema İslam’ın başlangıcında Kuran’da da bir kaç yerde geçer. Olumlu manada, yer yer eleştirel olduğunu da görüyoruz. İslâm Tarihinin başlangıcında farklı kavramlarda kullanılıyordu. Hadisle ilgilenenler için muhaddis, fıkıhla uğraşanlar için fakih deniyordu. Müfessir, mütekellim gibi kavramlar da vardı. Ulema bütün bunları kapsayan, yaygın kullanılan bir kavramdır. İlim sahibi ve topluma hizmet eden bir zümredir” diyerek sözlerini sürdürdü.
Ulemanın ağır sorumluluklar taşıdığına vurgu yapan İpşirli “Ulemanın en önemli özelliği bildiklerini toplumla paylaşmasıdır. Ulemadan beklenen birinci görev emr-i bil maruf, nehy-i anil münker görevi, yani doğrulukların alabildiğine topluma tanıtılması, toplumun kötülüklerden uzaklaştırılması en temel misyonudur. Bir de ulemadan ilmiyle amil olması beklenir ki bu son derece önemlidir. Zira Peygamber efendimiz ‘Kim bildikleriyle amel ederse Allah ona bilmediklerini de öğretir’ buyuruyor” dedi.
OSMANLI BÜYÜK BİR MİRAS DEVRALDI
Prof. Dr. Mehmet İpşirli sözlerini şöyle sürdürdü:
“İlimler tasnif edilirken en faydalı ilim olarak din ilmi yani ilm-i şeriat gösterilir. Ama bu ilim iyi kullanıldığı, tatbik edildiğinde faydalıdır.
Osmanlı ilmiyesi, uleması çok zengin bir miras devraldı. Konya’nın bu işte büyük rolü var, ilmin en önemli merkeziydi. Makam-ı ulema olarak bilinirdi. Birçok âlim orada yetişmiştir. Karamanoğulları, Germiyanoğulları gibiler mevcut ilmi Osmanlı’ya taşımışlardır. Konyalı, Karamanlı birçok ulema Osmanlı’da hizmet etmiştir. Kurumların yerleşmesinde faydalı olmuşlardır. Mesela meşhur Karamanlı Kara Rüstem’in, Çandarlı Halil Hayrettin Paşa ile birçok dini ve askeri kurumun yerleşmesinde çok büyük rolü olduğu bilinir.”
TÜRKİYE’NİN MİRASI REDDİ YANLIŞTI
Eski mirası görmemezlikten gelip, yeni tabirle Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışmanın çok büyük bir hata olduğunu kaydeden İpşirli “Bir özeleştiri yapmak istiyorum. Biz Cumhuriyeti kuran nesli rahmetle anıyoruz, çok büyük mücadeleler verip bizi böyle büyük bir vatan sahibi kıldılar. Ama hatalı noktaları şu oldu; kuruluş aşamasında reddi miras gibi bir durum söz konusu oldu. Daha önceki bu birikimi tanımama, biz yeniden bunları inşa ederiz gibi bir davranış, yanlıştı. Ve biz bunun sıkıntısını halâ çekiyoruz” dedi.
OSMANLI FARKLILIKLARI ZENGİNLİK OLARAK GÖRDÜ
Ulema kavramının akli, nakli, fenni, dini ilimlerin tamamını temsil ettiğinin altını çizen İpşirli “Osmanlı ve Selçuklu da akli ve fenni ilimler birlikte okutulmuştur. Merkezde olan ulemadan başka bir de eyaletlerde, Anadolu şehirlerinde, Rumeli’de, Arap memleketlerinde olanlar vardı ve bunların özellikleri birbirinden farklıydı. Mesela Anadolu ulemasında Selçuklu özelliği öne çıkıyordu. İstanbul’un geliştirdiği Balkanlar yine İstanbul’un etkisindeydi ve bir bütünlük arz ederdi. Arap şehirlerinde Eyyübi, Fatımi ve Abbasilerden intikal eden bir gelenek vardı. Osmanlı bunu zenginlik olarak görmüş, sistem koymak gibi yanlış yola girmemiştir. Yani ‘Biz bir devlet kurduk, bir sistem oluşturduk. Herkes buna uyacak bunun dışındakileri biz tanımıyoruz’ demeden, çeşitliliğe çok büyük bir alan ayırmış olması büyük bir zenginlikti. Biz henüz bunlar üzerinde gereken çalışmayı yapamadık. Varsa yoksa merkez uleması üzerinde duruyoruz ama öteki zenginlikler de görmezlikten gelinemez. Bu konuda bilhassa Arap meslektaşlarımızla çalışmalar yapılabilir. Ben bu konuda Anadolu’da yeni açılan üniversitelerden çok ümitliyim. Her şehrin kadı sicilleri var. Bunlar inanılmaz derecede zengin kaynaklardır” dedi.
OSMANLI ULEMASI SUNNİ İDİ
Osmanlı ulemasının sunni sistemi temsil etiğini anlatan İpşirli bu hususta şunları anlatı: “Bu çok ince bir nokta; o zaman bir şii bir de sunni dünya vardı. Sunni ulema sistemin içerisinde, devletin bir parçası ve devletin hizmetinde olan bir unsur olarak görünür. Bunlar hiçbir zaman, ‘devleti, dini, hukuku biz biliyoruz, devleti ele geçirip biz yönetelim’ diye düşünmemişlerdir. Şii dünyasına baktığımız zaman ise ulema adeta iktidarın, yönetimin bir alternatifi gibi durum var. Nitekim Humeyni geldi, mollalardan oluşan bakanlarla bir devlet yönetimi oluşturdu. Aramızda böyle bir farklılık söz konusudur. Biz de ulemanın, başarıda olduğu gibi başarısızlıklar da rolü vardır. Ellerini her zaman taşın altına koymuşlar ama devleti ele geçirmeyi düşünmemişlerdir.”
ULEMANIN SİYASETLE İMTİHANI ÇETİN OLDU
Prof. Dr. İpşirli sözlerini şöyle sürdürdü: “Ulemanın en büyük imtihanı siyasetle olmuştur. Bu ağır bir imtihandır ve orada büyük hatalar işlendiğini görüyoruz. Erken dönem için söylüyorum; ulema siyasetin hep içinde olmuş ama onlarla yüz yüze olmamıştır. Mesela Ebussud Efendiye bakıyorsunuz, bütün icraatın içerisinde. Her şey ona soruluyor ama iktidarla, siyasetle hiç bir zaman yüz göz olmuyor. Molla Hüsrev ve diğerlerinde de bunu görüyoruz. Fakat 17. Yüzyıla gelindiğinde ulemanın biraz isteyerek biraz da belki zorunluluktan siyasetin içerisinde bulunduğunu, siyasetle yüz göz olduğunu görüyoruz. Uzunçarşılı Kanuni’ye kadar ilk on Osmanlı sultanı için ‘dahi insanlardı’ diyor. Kayıp yüzyıl olarak da anılan 17. Yüzyılda bir sarsıntı oluyor. İş başına gelen bütün sultanlar ya çocuk ya genç bir delikanlıdır. Cezayir’den Kırım’a, Budin’den Basra’ya uzanmış bir imparatorlukta 7 yaşında çocuklar sultan olunca söz ayağa düşüyor. Başta Valide Sultanlar olmak üzere saray ileri gelenleri, sonra günümüzde kuvvet komutanları dediğimiz ağaların hepsi o dönemde siyasetin içerisinde giriyor. Bunlar yaptıkları işlere meşruiyet kazandırmak için fetva almak üzere ulemanın kapısını çalıyor. Böylece halkın ‘Demek ki dinimiz buna müsaade ediyor’ diye düşünmelerini de sağlamış oluyorlardı.”
İHTİLALLERDE ULEMADAN MEŞRUİYET ALDILAR
60 ihtilali, 71 muhtırası, 80 ihtilali ve 28 Şubat’ta da darbecilerin ulemadan bir meşruiyet alındığına işaret eden İpşirli sözlerini “İbn-i Haldun’un ifade ettiği bir şey var, ‘Ulema siyasette çok büyük hatalar yapar, bunun için siyasete girmemesi gerekir’ diyor. İşte bu hatanın Osmanlı döneminde yaşandığını görüyoruz. Ama erken dönemdeki gelenek çok doğrudur; ulema ile umera ayrıdır. Selçuklu’dan bir örnek verelim. Alparslan ve Melikşah döneminde meşhur İmam Cuveynî vardı. Gazali’nin de hocasıdır. Melikşah’ın davetine iki defa icabet etmeyince Sultan yanına vezirini de alarak ziyaretine gitmiştir. Önceden haber verildiği halde günlük kıyafetiyle sultanı karşılayınca, görevlilerden birisi usulca ‘Sultan’ın geleceğini bildiğiniz halde neden alelade bir kıyafetle karşıladınız?’ diye sorunca Cuveynî ‘Ben bu kıyafetle az önce öğle namazı kıldım’ demiştir. Sohbet sırasında da Sultan ‘Davetimize icabet etmediniz, herhalde önemli bir meşguliyetiniz vardı’ deyince de ‘Hayır, sizi ulemayı ayağına çağıran hükümdar durumuna düşürmek istemedim’ diye karşılık vermiştir” diye sürdürdü.
ULEMA YENİLİKLERE ÖNCÜ OLDU
Ulemanın en önemli özelliğinin İslam coğrafyasını bir bütün olarak ele alması olduğunu anlatan İpşirli “İslam Dünyasında tahsil görülen medresenin adı değil, tahsil görülen hocanın ismi, takip edilen kitapların ismi çok önemlidir. Bugün diplomalarda üniversitelerin adı var ama hangi hocalardan tahsil alındığı yazılmaz.
Ulema kitap yazmadı diye eleştirilir ama onların esas eseri toplum olmuştur. Toplumu dini, İslami kurallara bağlı bir şekilde bilinçlendirmişlerdir. Onların eseri insandır. Bir de ulemanın yeniliklere ayak bağı olduğu şeklinde, tamamıyla yanlış bir eleştiri vardır. Hâlbuki Osmanlı’nın kuruluşundan yıkılışına kadar geçen zamana, hatta milli mücadele dönemine, birinci millet meclisine bakın; ulema yeniliklere, devletin kurulup gelişmesine önayak olmuştur. Matbaanın kuruluşun ulemanın karşı çıktığı da külliyen yalandır. Hâlbuki ulema matbaanın kuruluşuna da ön ayak olmuştur” dedi.
OSMANLI KEŞKE AFRİKAYI KEŞFEDEBİLSEYDİ
“Osmanlı uleması verdikleri fetvalarla toplumda ferahlık ve rahatlama sağlamışlardır. Türkiye anayasası icabı laik bir ülke ama toplumu Müslüman bir ülkedir. Toplumun dini hassasiyetleri var” diyen İpşirli konuşmasını “O dönemin en büyük yanlışı İstanbul’a saplanıp kalmış olmalarıydı. Hâlbuki yeni ufuklar arasalar, mesela Afrika’yı keşfetseler ne güzel olurdu. Zira o dönem Afrika keşfedilmeyi bekleyen büyük bir coğrafyaydı. O dönem Osmanlı oralarda idare kurmuş ama güçlü bir ulema kadrosu da gitmiş olsaydı herhalde Afrika’nın tamamı şimdi Türkçe konuşur, Müslüman olurdu” diyerek tamamladı.
Kaynak:
Gelişmelerden zamanında haberdar olmak istiyor musunuz? Google News’te KONHABER'e abone olun.