İSTANBUL (AA) -NURGÜL BEKAR- Avrupa bütünleşme hikayesinin başlangıcında güvenlik ve savunma konularında girişimler yapılmış ancak içinde Almanya'yı bulundurmayan bu adımlar istenilen sonucu verememiştir. 1952 yılında Avrupa Savunma Topluluğu anlaşmasının Fransız Parlamentosu tarafından reddedilmesiyle bu yöndeki çabaların akamete uğradığı kesinleşmiştir. (Batı) Avrupa ancak Amerika Birleşik Devletleri (ABD) işe el atıp Kuzey Atlantik İttifakı'nın (NATO) kurulması sağlanınca Doğu Blokuna karşı bir güvenlik garantisine sahip olabilmiştir. Yıllar içinde ekonomik açıdan bütünleşmesini genişleten ve ilerleten Avrupa, güvenlikle ilgili meselelerini esasen NATO'ya havale etmiştir.
1990'larda uluslararası siyasette yaşanan sistem değişikliği ise Avrupa Birliği'nin (AB) yeni birtakım yetenekler kazanması ihtiyacını doğurmuştur. Bu ihtiyaçlardan biri de güvenlik ve savunma alanında AB olarak bir inisiyatif ortaya koyma kabiliyetidir. NATO olmadan yanı başında, Balkanlar'daki savaşı durduramayan ve on binlerce insanın ölmesini engelleyemeyen AB, 90'lardan itibaren ortak dış politika, güvenlik ve savunma konularındaki derinleşmesini sağlamak için birtakım girişimler başlatmış, bir yandan bu konulardaki karar alma mekanizmalarını yumuşatmaya çalışırken diğer yandan çeşitli coğrafyalara Birlik adına askeri ve polis güçlerini göndermiştir. 1993 yılında yürürlüğe giren Maastricht Anlaşması ile örgütün üç sütunlu yapısı arasında ikinci sütun olarak sisteme sokulan Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası (ODGP) yönünde işbirliği oluşturmayı hedeflemiştir. Bu kapsamda ODGP'nin alt başlığı olarak daha sonra ortak güvenlik ve savunma politikası da Lizbon Anlaşmasıyla birlikte belirli bir çerçeveye oturtulmuştur.
- Brüksel'in stratejik özerklik arayışı
Uluslararası ilişkiler disiplini içinde “yüksek politikalar” alanına dahil olan dış, güvenlik ve savunma politikaları AB'de karar alma mekanizmalarında hâlâ üye devletlerin ulusal egemenlik alanında kalmak suretiyle işbirliği ilerletilmeye çalışılıyor. Birlik son olarak 2018 yılında ortaya çıkan Yapılandırılmış Daimi İşbirliği (PESCO) ile güvenlik ve savunma alanında birlikte hareket etmeyi sağlayacak bir mekanizmayı geliştirme yönünde adım atmıştır. PESCO'ya katılmak gönüllülük esasına dayanıyor, ancak bir kez girdikten sonra üyeler alınan tüm kararlara uymakla yükümlü. PESCO uluslararası çevrelerde yürütülen “bir Avrupa Ordusu mu kuruluyor?” sorusunun cevabı olmaktan ziyade Birlik içinde güvenlik ve savunma alanında ortak tutum alma yönündeki mekanizmaları geliştirme projesidir aslında ve en çok da üye ülkelerden Fransa'nın desteklediği bir girişimdir. Bu bağlamda PESCO bize AB'nin sadece üye ülkeler arasında, dolayısıyla NATO dışında dış, güvenlik ve savunma konularında ortak bir politika üretebilme iradesini göstermesi açısından mühim. Bu kapsamdaki son örnek ise geçtiğimiz günlerde kabul edilen AB Stratejik Pusulası başlıklı dokümandır.
Haziran 2020'de AB dönem başkanlığını alan Almanya'nın girişimi olarak ortaya çıkan ve iki yıllık bir süreç içinde tamamlanması düşünülen (2022 baharında Fransa'nın AB dönem başkanlığı sırasında nihai halinin verilmesi planlanıyor) “stratejik pusula” belgesi, esasen AB'nin karşılaştığı krizlerle, uluslararası sorunlarla özerk bir şekilde baş etme yöntemine işaret ediyor. Almanya Başbakanı Angela Merkel'in ilk tanımlamasıyla Birliğin stratejik çıkarlarını ve hedeflerini tanımlayan bir “Beyaz Kitap” öngörüldüyse de daha sonra Alman Savunma Bakanlığı “stratejik konsept”ten bahsetmiş ve son olarak ortak amaçları yansıtması açısından bir AB Stratejik Pusulası'nın teşkil edilmesine karar verilmiştir.
Stratejik Pusula dört ana başlıktan oluşuyor: Kriz yönetimi, mukavemet, kabiliyetlerin geliştirilmesi ve işbirlikleri. Bu kapsamda bir yandan AB içinde ortak bir stratejinin geliştirilmesiyle mükerrer harcamalar engellenerek mali anlamda kayıpların en aza indirilmesi, diğer yandan ortak askeri imkân ve kabiliyetlerin artırılması amaçlanıyor. AB liderlerinin en son 25-26 Şubat 2021'deki çevrimiçi konferansta üzerinde çalıştıkları bu belgenin amacı ABD'den özerk bir güvenlik ve savunma stratejisinin oluşturulması. Elbette bunun tam tercümesi NATO'dan farklı bir güvenlik ve savunma anlayışının teşkil edileceği anlamına geliyor ki bunu da AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Josep Borrell'in değerlendirmelerinden anlıyoruz.
Yüksek Temsilci Borrell'in ifadesiyle AB bu belgeyi hazırlayarak kendisi için NATO'dan özerk, AB'ye has bir güvenlik ve savunma strateji planını da ortaya koymuş oluyor. Borrell'in bu değerlendirmesi aynı zamanda AB'nin, NATO dışında tehdit algılamalarının olduğu ve bu tehditlerin üstesinden gelebilmek için kendi mekanizmalarını kurması gerektiği gerçeğinin itirafı anlamına geliyor. Bir başka ifadeyle AB için stratejik pusula eşittir güvenlik ve savunma alanında stratejik özerklik oluyor. Yüksek Temsilci Borrell'in değerlendirmelerinde gözden kaçırılmaması gereken bir diğer nokta ise AB'nin NATO içinde aile olmaktan öte ortak olmak istediği ifadesi. Özellikle ilişkilerin limoni olduğu Trump dönemi sonrası Joe Biden'ın seçilmesinin ardından sarf edilen bu sözler AB'nin gerek NATO gerekse ABD ile ilişkilerini güncelleme isteğini de dışa vuruyor.
- Türkiye ile ilişkiler olumsuz etkilenebilir
İçinde bulunduğumuz pandemi dönemine uluslararası siyasetteki diğer aktörlerin çoğu gibi AB de hazırlıksız yakalanmış ve dayanışma konusunda çok da kötü bir sınav vermiştir. Salgın sürecinin başındaki “dağılıyor” tartışmaları yerine bugün siyasi anlamda çok daha ileri bir adıma işaret eden güvenlik ve savunma konularında AB'nin NATO haricinde müstakil ya da kendi ifadeleriyle özerk bir yol haritası çizmeye çalışması, AB ile ilişkilere sahip üçüncü taraflar açısından dikkatle değerlendirilmesi gereken bir mesele. AB'nin bu belgesinin temelinde “tehdit analizi raporu” yatıyor ve AB için tehditlerin ne olduğu tanımlanacak. Bu noktada AB'nin stratejik pusulası Türkiye için de ayrı bir önem taşıyor, zira özellikle son dönemde AB Türkiye'yi “öngörülemez bir müttefik” şeklinde tanımlarken bilhassa Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Ege ve Doğu Akdeniz'de uluslararası hukuka aykırı ve tek yanlı tasarruflarına karşı çıkan Türkiye'yi doğrudan tehdit olarak algılamaktalar. Özellikle Doğu Akdeniz'de son dönemde tanık olunan gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda Türkiye'nin Stratejik Pusula içerisinde -henüz metnin içeriği gizli olmakla birlikte- AB için bir tehdit unsuru olarak kaydedilmesi tehlikesi bulunmaktadır.
AB ile Türkiye arasındaki müzakerelerin fiilen işlemediği, ilişkilerin ise tıkandığı bir noktada bu tip tanımlamaların resmî belgelere geçmesi iki taraf için de geleceğe yönelik yeni sorunları barındıracaktır. Öte yandan geçtiğimiz günlerde açık denizde seyreden Türk gemisine yapılan baskında olduğu gibi, bu tip tehdit tanımlamaları iki tarafın ani bir krizde kafa kafaya gelme olasılığını artırmakta. Bu çerçevede Yüksek Temsilci Borrell'in bir değerlendirmesine daha yer vermekte yarar var; Borrell, Biden'ın seçilmesi sonrasında yeni transatlantik ilişkilerin “eşitlik” temelinde kurulmasına vurgu yapıyor. Transatlantik ilişkilerin yenilenmesi doğal olarak Türkiye ile AB arasındaki güvenlik ilişkilerinin de yenilenmesi anlamına geliyor. Öyleyse Türkiye'nin de aynı şeyi kendisi için istemesi, AB ile güvenlik ilişkilerinin eşitlik temelinde yapılanmasını istemesi en tabii hakkı olarak değerlendirilmeli.
Transatlantik ilişkileri çerçevesinde AB'nin bir başka dikkat çeken adımı, geçtiğimiz yılın sonunda NATO için hazırladığı reform planını sunmasıydı. NATO-AB ilişkilerinin güncellenmesi konusunda NATO üyelerinin veto yetkilerinin NATO üyesi olmayan AB üyeleri için sorun çıkarmasını önlemek adına ortaya koyulan belgenin Türkiye için iç açıcı bir durum teşkil etmediğini de buraya not düşmek gerekiyor.
Mevcut durumda her ne kadar 27 üye ülkenin ortak tehdit tanımlamalarında uzlaşabilmesi mümkün görünmese de pandeminin başında AB'nin geleceğine yönelik olumsuz senaryoların “Stratejik Pusula” gibi girişimlerle aşılmaya çalışılması, AB'nin bu girişim etrafında kenetlenmesi düşüncesi iyi formüle edilemezse AB'nin diğer ilişkilerine zarar verecek bir potansiyel taşıyor. Ayrıca Türkiye'nin AB tarafından resmî olarak tehdit şeklinde tanımlanması ihtimali bile iki tarafın ilişkilerinin onarılmasını güçleştirecektir. Peki ilişkiler onarılmazsa ne olur? Bu çerçevede bir kez daha tekrarlamamız gereken husus, AB ve Türkiye'nin -Türkiye'nin tam üyeliği tartışması dışında- birbirlerine karşılıklı bağımlılıklar içinde olduğu, dolayısıyla her iki tarafın huzurunun da birbiriyle son derece alakalı olduğu hususudur. Dolayısıyla “pusulanın” şaşması sadece Türkiye için değil, AB için de tercih edilen bir durum teşkil etmeyecektir.
[Dr. Nurgül Bekar Ufuk Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir]
Kaynak: